13 Mayıs 2012 Pazar

Attila İlhan ve Edebiyat Hocası Atsız




1941′di galiba, İzmir’deki bir liseden komünistlikten dolayı 


kovuldum. Belge aldığım için hiçbir yerde okuyamıyordum. 


Özel bir lisede okuyabilir mi diye, beni İstanbul’a yolladılar. 


Boğaziçi Lisesi’ne geldim. Boğaziçi Lisesi’nde edebiyat hocam 


kimdi, biliyor musunuz? Nihâl Atsız idi. Ben, “eyvah” dedim, 


“bu adam beni hemen mimleyecek ve perişan edecek.” Ne 


bekliyorum biliyor musunuz, bir Hitler bekliyordum ben. Geldi, 


hiç de öyle bir adam görmedim ben. Derli toplu, aklı başında, 


işini ciddiye alan bir adamdı. Her çocuğun İstiklâl Marşı‘nı 


baştan aşağı ezbere bilmesini isterdi. Onu yapamadın mı, 


sıfırı alıp oturuyordun. Ve sınıfta bu işi yapan tek adam ben 


çıktım. “Sen kimsin, nereden çıktın yahu?” dedi. “Ben 


şuyum.” dedim. “Sende iş var.” dedi. Birkaç soru daha sordu 


ve bizim Nihal Bey ile öğrenci-hoca ilişkisi çok büyüdü. 




Derslerinde hiç politik telkinde bulunduğunu hatırlamıyorum. 


Sadece, İslam öncesi Türk tarihinden daha çok bahsederdi. 


Yani onunla daha çok ilgilenirdi.

Çok sonra, okudukça fark ettim ki, Gaspıralı da aynı yolda. 



Gaspıralı, “Dilde, fikirde, işte birlik” der. Neden, çünkü 


bulunduğu yerde Hristiyan, Musevi Türkler de vardır. “Dinde 


birlik” demek. Böyle dersen müslüman olmayanı dışlamış 


oluyorsun…                                     Attila İlhan

Kutsal Emanetler Gerçek mi ?

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ


Gazetelerde, TV'lerde bir "sakal" davası sürüp gidiyor. 21. yüzyılda hâlâ -

ilkçağın insanları gibi- totem peşinde koşuyoruz! Hz. Muhammed, bunu 

önlemek için, "Yâ Rab, benim eşyalarımı tapınak vasıtası yapma!.." demiş.

Bu hadis, peygamberin ağzından çıktığını bütün hadisçilerin kabul ettikleri 17 

hadisten biridir. Bu sözü söyleyen Hz. Muhammed, tıraş olurken kıllarını 

toplattırır mıydı?

Dünyada yüzlerce "Sakal-ı Şerif" diye tanımlanan kıl var.

Hepsi uydurma. Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki "Kutsal Emanetler" diye saklanan 

birçok eşya, onun-bunun saraya bahşiş almak için getirdikleri nesneler.

"Fatıma Anamız"ın(*) seccadesi denen seccade, 17. asır halısı, Peygamber'in 

teyemmüm taşı(**) olarak saklanan taş ise bir Asur tableti!? Bunun gibi daha 

birçokları var... Bunları bir kitap halinde toplayan ilk Müze Müdürü Tahsin 

Öz'ün 1953 yılında basılan kitabı, ne yazık ki zamanın yönetimi tarafından 

hemen toplattırıldı ve o günden bugüne de ülkeyi aynı kafada olanlar idare 

etti! Uydurulmuş şeylere inanmak, doğruları araştırmaktan daha kolay geliyor 

insanımıza...

Bu sakal olayı, bana başka bir olayı hatırlattı: 1970-78 yılları arasında, eşim 

Kemal Çığ Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü idi. Daha önce de -1944’ten beri- 

Müdür Yardımcısı ve Kitaplık Şefi olarak çalışıyordu müzede. Müdürlüğü 

esnasında, o zamanın Diyanet İşleri Başkanı Lütfü Doğan, "Kutsal Emanetler"i 

ziyaret etmek için randevu istiyor. Kemal Çığ, gazetecileri getirmemek koşulu 

ile halka kapalı olan bir günde randevuyu veriyor.

Kararlaştırılan günde büyük bir cemaat akın ediyor "Kutsal Emanetler 

Salonu"na. Peygamberin hırkası olarak tanımlanan hırka çıkarılıyor. Gelenler 

büyük bir huşu içinde dualara, kuran okumalara başlıyorlar ve sonunda her ay 

bu ziyareti yapmaya karar veriyorlar...

Salonda iş bitince, eşim, baştakileri odasına kahve içmek için davet ediyor. 

Tam kahveler bitmek üzere iken Kemal Çığ, "Hazır bütün din büyüklerimiz 

burada iken kafamı kurcalayan bir soruyu sormak istiyorum." diyor ve sorusunu 

soruyor:

"Benim bildiğime göre, Hz. Muhammed'in ağzından çıktığından bütün 

muhaddislerin hemfikir olduğu 17 hadisten biri, 'Yâ Rab, benim eşyalarımı 

tapınak vasıtası yapma!..'dır. Şimdi sizin hırka'ya ve diğer eşyalara dualar 

yapmanız bu hadise karşı değil midir?"

Bu söz üzerine, gelenlerin hepsi birden yerlerinden fırlarlar ve bir şey 

söyleyemeden oradan ayrılırlar! Fakat, her ay gelmeyi istedikleri halde bir 

daha uğramamaları da Kemal Çığ'ın sorusunun yanıtı olmuştur...

Şimdi ben de bugünkü hocalarımıza soruyorum:

Böyle bir hadisi biliyor musunuz? Biliyorsanız, neden bir sakal kılı, bir hırka 

peşine düşenleri ve onlara dua edip onlardan medet umanları uyarmıyorsunuz? 

Neden? 

Muazzez İlmiye Çığ

(*) Niye anamız oluyor ki? Kimin anası olursa olsun, Türk Irkından olmayan birisi, en azından benim anam olamaz!

(**) "Teyemmüm" : "Su bulunmayan yerlerde temiz toprak veya başka şeylere 

elini sürerek aptes almak" 

M.İ.Çığ...


Türk Tarihinde Kadın Hükümdarlar


İlk Türk Kadın Kaan (Tomris Kaan )
Yüce Kaan Tomris Hatun, Hz. İsa'nın doğumundan önce, Altıyüzüncü Yılda Türklerinin hükümdarı idi. Bu sıralarda İran'da da Ahamenid sülalesi hakim bulunuyordu. Bu sülale zamanında İran orduları birkaç defa Doğuya doğru saldırarak Türklerle savaşmışlardı. 
Tomris'in hükümdarlığı zamanında. İranlıların basında Kirus adında bir hükümdar bulunuyordu. Bu hükümdar önceleri Saka Türkleri ile çarpışarak onları yenmiş ve Batı Türkleri'nin güney kısımlarım ele geçirmişti. Bu savaşlardan on yıl kadar sonra Kirus, Peçeneklere de saldırdı. Harbin sebebi, Kirus'un Tomris'le evlenmek istemesi ve Peçeneklerin kadın başbuğunun bu isteği reddetmesi idi. Tabii bu sebep, o çağlardaki usullere göre çok önemli idi. Çünkü, Tomris, İran hükümdarı ile evlendiği takdirde, hükümdarı bulunduğu ülkeler de, Kirus'un eline ve dolayısıyla İranlılara geçmiş olacaktı. işte, teklifi,. Türklerin kadın Sakam tarafından geri çevrilince, esasen kan dökücü bir insan olan Kirus, çılgına döndü ve kendisiyle evlenmeği kabul etmeyen bu kadın hükümdarın cezasını vermeğe karar verdi. Kirus önce, Tomris'in oğlunun emri altındaki Türk öncü kuvvetiyle karşılaştı ve onları bozguna uğrattı. Tomris'in oğlu düşmana yenilmenin verdiği yasla kendi, kendini öldürdü. Bu savaşı kazanan ve gözleri dönmüş olan Kirus, Türk Hakanı Tomris hatunun da üzerine yürüdü. Türklerle, İranlıları bir kere daha karşı-karşıya getiren bu savaş, pek kanlı oldu. Önce her iki taraf birbirlerine ok atmaya başladılar. Bu oklaşmalar öyle şiddetli oldu ki, iki taraftan yaralanmayan hemen hiç kimse kalmadı. 

Böylece gayet kanlı bir başlangıçtan sonra, ordular mızrak ve kılıçlarla göğüs göğüse geldiler. Türklerin kadın başbuğu ile İranlıların erkek hükümdarının idare ettiği bu müthiş savaşın sonu çabuk geldi. Her vuruşmada olduğu gibi, bunda da zafer kartalı, kahramanlık, askerlik kabiliyeti ve zekada üstün olan tarafın esiri oldu. Savaşı Türkler kazanmıştı. Yüce Türk Kaanı Tomris Hatun hem milletinin ve yurdunun mukaddes sevgisiyle ve hem de savaşta yenildiği için hayatına kıymış olan sevgili oğlunun, gönlüne saldığı büyük acı ile dövüşmüştü ve başardığı bu kahramanca dövüşle. İran ordusunun büyük kısmım cansız olarak yere sermiş olmakla beraber, Ahamenid sülalesinin azgın hükümdarı Kirus'u da telef etmişti. 

Kirus hayatında çok kan akıtmış bir hükümdardı. Bunun için, kahraman Türk kadını Tomris, bu kan akıtıcı adama, dünyaya ibret teşkil edecek bir muamelede bulundu ve Kirus'un kafasını kan dolu bir fıçıya atarak "hayatında kan içmeğe doymamıştın, şimdi, doya, doya iç!" dedi. Bu hadise yüz yıllarca dünya milletlerinin dillerinde söylendi durdu ve bugüne kadar ulaştı. 

İşte Tomris hakkında tarihin verdiği mevsuk (kaynak) bilgiler bundan ibarettir. Geri kalan birçok hususlar efsanelerle karışmakta dır. 
Bu zaferin kazanılması büyük bir hadisedir. Çünkü Tomris, o sırada sadece Türklerin bir kısminin, yani yalnız Peçeneklerin hükümdarı bulunuyordu ve kumanda ettiği kuvvetler, bu bakımdan mahduttu. Diğer taraftan Ahamenid hükümdarı ise, butu İran'ın hükümdarı idi ve ordusu nispet kabul etmeyecek kadar büyüktü. Üstelik bu hükümdar bir erkek ve karşısındaki ise bir kadındı. Fakat bu kadın. Sadece bir kadın değil, bir Türk kadını idi ve bu kadın, kendisiyle izdivaç ederek, milletinin ve vatanının hürriyetine istiklaline kasteden kan dökücü bir adama karşı yılmadan dövüşmüştü.




Raziye Begüm Sultan
Dehli sultanı. Babası Şemseddin İltutmuş, annesi Terken Hâtundur. Sultan Şemseddin İltutmuş tarafından, 1232 yılında Dehli tahtına veliaht tâyin edildi ve devlet adamları da bîat etti. İltutmuş’un iki oğlu varken, kızı Râziye Sultanı Dehli tahtına veliaht tâyin etmesi; aklı, zekâsı, halkın sevmesi ve saraydaki idârî hareketlerindendir. Fakat babasının 1236’da vefâtıyla, kardeşi Rükneddîn Fîrûz Şâh, Dehli Sultanı îlân edildi. Fîrûz Şâhın devlet idâresiyle alâkadar olmaması üzerine, tahttan indirilip, Râziye Begüm, Dehli Sultanı oldu.

Râziye Begüm Sultan, 1236’da Dehli tahtına sâhip olunca, babasının hastalığı ve kardeşi devrinde ihmâle uğramış ve ortadan kakmış an’ane ve âdetleri tekrar canlandırdı. Ülkede âdil bir îdare kurup, ihtiyâç sâhiplerine cömertçe ihsânlarda bulundu.

Râziye Sultanın saltanatı devrinde, Hindistan’daki Râfizîlerden Karmatîler ve Mülhidler zümresi faaliyetlerini arttırdı. Bozuk din mensubu Karmatî ve Mülhidler, Nur-Türk liderliğinde isyân edip, Sind bölgesinden, Con ve Ganj nehirleri kıyılarından gelerek, Dehli’de toplandılar. Nur-Türk’ün, Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile mezhep mensuplarının aleyhinde bulunmaları, sapıkların Cumâ günü Dehli’deki Câmi-i Mescid’e, Muizzi Medresesine silâhla girmeleri ve katliam yapmaları üzerine, tedbir alındı. Âsî Karmatîler, ordunun ve halkın desteğiyle Nur-Türk ve pek çok taraftarı öldürüldü. Dehli, âsîlerden ve bozuk din mensuplarından temizlenerek, emniyet ve huzur sağlandı.

Râziye Sultan, 1238 yılında Gvalyar Seferine çıktı. Gvalyar’da ordu ve ihtiyâç sâhiplerine bol bahşiş ve ihsânlarda bulunup, hediyeler dağıttı. Görev vermede hassâsiyetle hareket edip, kıymetli âlimleri Dehli’deki Nâsıriyye Medresesine tâyin etti.

Râziye Begüm Sultanın hükümdârlığını, Türk asıllı kumandan ve beyler çekemeyerek, 1240’ta tahttan indirip, kardeşi Behrâm Şâhı Dehli Türk Sultanlığına getirdi. Râziye Begüm Sultan ise, hapsedilmek üzere Taberhinde Kalesine gönderildi. Buradayken, Melik İhtiyârüddîn Altuniyye ile evlenen Râziye Begüm, büyük bir kuvvetin başına geçti. Nitekim Melik Altuniyye’nin birlikleri yanında Gakhar, Catvan ve diğer yerlilerden topladığı askerlerle, 1240’ta harekete geçerek, Dehli tahtını tekrar ele geçirmek üzere hareket etti. Dehli’den Melik İzzeddîn Muhammed Sâlari ve Melik Karakuş da Râziye Begüm Sultanın kuvvetlerine katıldı. Behrâm Şâhın ve Râziye Begüm Sultanın orduları Kaytal’da karşılaştı. Mağlup olan Begüm Sultan, esir olmamak için savaş meydanından uzaklaştı. Hindû bir rençber, Râziye Sultanı, zîneti için öldürüp, tarlaya gömdü. Hindû rençber, mücevherlerle işlenmiş elbiseleri satarken, çarşıda yakalandı. Soruşturmalar netîcesinde Râziye Begüm Sultanın mezarı bulundu. Râziye Begüm Sultan, bozuk din mensuplarına karşı mücâdele ettiğinden ve âdil, cömert ve cesur olduğundan, âlimler ve Dehlililer tarafından kendisine çok hürmet edilirdi. Cesedi tarladan çıkarılarak, muhteşem bir dînî merâsimle defnedilip, Con Nehri kenarındaki mezarının üstüne türbe yapıldı.

Râziye Begüm Sultan, Türk İslâm târihinde ender rastlanan, ilk kadın sultandır. Batıdaki nümûnelerinin dışında, ahlâksızlığa ve saray entrikasına düşmeden hükümdârlık yapıp, devlete ve millete çok hizmet etti. Adâleti, cömertliği, ilme, âlimlere ihsânı ile meşhurdur. Dehli’de kestirdiği paralarda “Umdetü’n-Nisvân Melike-i Sultan Râziye binti Şemseddîn İltutmuş” diye yazılıp, “Râziyetü’d Dünyâ ve’d-Dîn” ve “Belkıs-i Cihân” unvânlarını taşıyordu. Râziye Begüm Sultan giyimine çok dikkat eder, erkek elbisesi hiçbir zaman giymez ve yüzüne de nikap takardı.



Süyün Bike Han(Kazan Hanı)
Kazan hanlığında Nogay hanı Yusuf Mirza'nın güzel bir kızı varmış. Genç yaşta mirzalar tarafından evlendirilmiş. İlk eşi Can Ali Han Rus yanlısı imiş. Kazanlılar onu hiç sevmezmiş. Kazanlılar tarafından isyan da öldürülmüş. Genç yaşta dul kalan güzel kadın Süyün Bike Han ile Kırım hanı Safa Giray han evlenmiş. Safa Giray hanın oğlu kırım hanlığının varisi Bölek Han dan sonra Süyün Bike handan ikinci oğlu Ödemiş han dünyaya gelmiş.Safa Giray han kaç defa Kazana göz diken Rusları savaşta püskürtmüş. Ölünce töre gereği, iki yaşında oğlu Ödemiş hana taht kalmış
 Oğlunun vasisi Süyün Bike han kahramanca tek başına ülkesini Rus komutan İvan'a karşı savunmuş. 1550 yılıının 13 Şubatında birliklerinin başında yiğitçe savaşmış. Bir yıl sonra yeniden ülkesine saldıran Rus komutan İvan ve ordusuna hazırlıksız yakalanmış. Osmanlılardan yardım beklemiş. Elçi göndermiş. Kırımlı tatar elçilerini yolda Ruslar öldürmüşler. Kırımlılarda ülkelerine çekilince kazan tatarları yalnız kalmış. Son çareyi barış ta gören Süyün Bike, İvan ile sulh yapmak istemiş. Rus komutan İvan barış için şart koşmuş. Komutan İvan'ın şartı Süyün Bike Han oğlu Ödemiş Han ve kırımlı yardımda bulunanları moskova'ya esir götürmekmiş. Süyün Bike ülkesinin harap olmaması için kendini feda etmiş. Ülkesinden ayrılmadan son olarak, ölen eşi Safa Giray Hanın mezarına gitmiş. Başından altın tacını çıkarıp, yere koymuş. Kazan da geçen o güzel günlerini hatırlamış. Gözleri yaşlı, ağlayarak, kalbi sızlayarak idil nehrinde bekleyen Rus gemisine doğru yürümüş. Kazan halkı çok hüzünlü olarak onu takip etmiş. Süyün Bike şu sözlerle Kazan'a veda etmiş; 
Közım saldım halkka, köbı yılap uzata,                      
Kaysıları "Meskuv hanı rahimlı" dep yuvanta
Şaar tamam gürldey, yılay-sıktay davısı,
Mağa tüsken kaygılar mırzalardıng tavısı
Oylap aldım, Kıyamet bolganma ale buğın dep, 
Tağı oylandım: yılayşılar mendey kımık tuvıl dep.
Barıp yetkende deryağa, kırıttıler küymeğe.
Azız tıllerım baylandı, bılmeymen ne söz demeğe.
Kaysı aytadı:alveda, kaysı aytadı alfirak
Halk haldı yığılıp, küşsız bolıp firak ta 
Küşlı ademler yuvıkta, Kalganları yırakta
Volga ga şıkkanda, karadım men kalaga,
Kaldı yılap kazanım, usap öksız balaga.
Dedım: Mıskın Kazanım, tüstü tacıng basınnan,
Kaldıng buğın davletsız, yasma ağar yasıngnan
Kayda kaldı şatlığın, kayda senıng baylığın?
Körer közğe belğılı, azır kul, yarlılığın.
Bosap kaldı sarayıng, nurım kettı yüzımnen       

Süyımbike atım, Nogay zatım, kayda menım yas devletım,
Han sarayda tuvgan edık, buğın kaldık yesır, yetım                                                       

 ( Nogay- Tatar Türk lehçesi)

Göz gezdirdim halka, çoğu ağlayarak uğurluyor,
Bazıları "Moskova Hanı merhametlidir" diye avutuyor
Şehir tamamen gurulduyor, ağlama-hıçkırma sesi,
Bana düşen üzüntü mirzaların davası
Düşündüm, kıyamet mi olmuş hele bugün diye, 
Daha düşündüm: ağlayışlar benim gibi gizli değil diye.
Varıp ulaştığında denize, soktular kafese.
Aziz dillerim bağlandı, bilmiyorum ne söz demeye.
Bazısı diyor: elveda, birisi  diyor güle güle
Halk kaldı yığılıp, güçsüz olup ayrılık ta 
Güçlü insanlar yakında, gerisi uzakta
Volga'ya çıkınca, baktım, ben kaleye
Kaldı ağlayarak Kazan'ım, benzeyerek öksüz bebeğe.
Dedim: Miskin Kazan'ım, düştü tacın başından,
Kaldın bugün devletsiz, genç mi genç yaşın ile
Nerde kaldı şaatlığın, nerde senin hükümranlığın?
Görür göze belirgin, hazır millet, dostluğun.
Boşalıp kaldı sarayın, nurum gitti yüzümden.              

Suyumbike adım, Nogay aslım, nerde benim genç devletim,
Han sarayda doğmuş idik, bugün kaldık esir, yetim.


“Kazan... Ey, kanlı, kay gulu şehir, başından tacın düştü, şimdi kul oldun, senin büyüklüğün mazide kaldı. Her ülke iyi bir padişah ile idare edilir ve asker ile saklanırsa o memleketi senden kim alabilir. Senin güçlü Hanın öldü. Beylerin güçsüzleşti. Sana yardım etmedi. Bu yüzden sen çekildin. Nerede senin sevinçli günlerin? Nerede senin oğlanların, beylerin, mirzaların, sana bağlı olanlar, büyükler? Nerede senin iyi hatunların, güzel kızların? Onların şarkıları nerede? Hepsi yok oldu. Yalnız onların ağlaması ve öksüzlüğü kaldı. Sende bal ağaçları ve soğuk pınarlar vardı. Onun yerine şimdi kanlar ve gözyaşları akıyor.” 

11 Ağustos 1551'de Kazan'dan ayrılan kafile, 5 Eylül'de Moskova'ya ulaşmış. İvan onu büyük bir hürmetle karşılamış. Ruslar sonunda kazana girmiş. 
O yiğit Kazan Tatar hanı Nogay Tatarı Süyün Bike Han, ülkesi için gözünü kırpmadan esir düşmeye razı olarak tarihe destan olarak geçmiş. 
Onun nerede ve hangi sene öldüğü kesin olarak bilinmiyor. 1554 yılından sonra Kasım şehrinde vefat ettiği tahmin edilmektedir.  Bugün de devleti yönetenlerin Türk Milletinin geleceği,  için içerde dışarıda iyi bir yönetim sergileyebilmeliler, kendi menfaatlerinden çok, Türk Milletin menfaatlerine öncelik verip, var olmasını muasır medeniyetlerin hep önünde olmasını sağlayabilmeliler…

SÜYÜN BİKE ADIN, NOGAY TATARI ASLIN

Nogay Tatar Hanı Mirza hanın kızıydı, 
Kırım, Kazan, Nogay kızların yıldızıydı, 
Yaşarken tüm tatar halklarının canıydı, 
Türk ilinin güzeli idi, baş tacıydı. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Kazan Hanı Can Ali Han, Rus yanlısıydı, 
Rus Vasili’nin emrinden hiç çıkamazdı, 
Süyün, mirzanın isteğini kıramadı, 
Ali Han ile evlenmek zorunda kaldı, 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Can Ali Han, hep Rus’un yanında yer aldı, 
Kazan halkı, Rus buyruğundan rahatsızdı, 
Kazan da hanlığa isyanlar başlatıldı, 
İsyanlar hanın ölümüyle sonuçlandı, 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Kazanlılar Giray’ı hanlığa getirdi, 
Giray han, dul Süyün Bike ile evlendi, 
Bölek’e kardeş Ödemiş dünyaya geldi. 
Giray saldırıda Rus ordusunu yendi. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Safa Giray birden ölünce, taht boş kaldı. 
Oğul Ödemiş, henüz iki yaşındaydı. 
Han ilan edildi, devlet başsız kalmadı. 
Vasis Süyün Bike, hanlığın başındaydı. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Ruslar bunu fırsat bilip, boş durmadılar, 
Komutan İvan’la kazana saldırdılar. 
Başta Bike han, kazanlılar savaştılar, 
Bin beş yüz elli şubatta, tarih yazdılar. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Bir yıl sonra Ruslar, kazana tekrar geldi. 
Kazan savaşmaya hazırlıklı değildi. 
Osmanlıdan ümitle yardım beklenildi. 
Osmanlı bir türlü yardıma gelemedi. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Kırımlılarda gidince, kazan yalnızdı. 
Kazanlıların tüm ümitleri kırıldı, 
İvan ile sulh görüşmeleri başladı, 
Bike hanla oğlu esir alınacaktı. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Süyün Bike esir giderken hep ağladı. 
Kazan için kendini oğlunu adadı. 
Gitmeden Giray’ın mezar başına vardı. 
Tacını yere bıraktı, kalbi sızladı. 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın,


Süyün Bike kazan halkıyla vedalaştı. 
Kazanlının çoğu, üzülüp, fenalaştı. 
Mirzalarını, beylerini hep ağlattı. 
Han için nehirde gemi hazırlanmıştı 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

Kazan hanlığı, kısa sürede yıkıldı. 
Süyün Bike hanı, kazan hep hatırladı. 
Akıbetinden hiç haber alınamadı. 
Adı tarihe geçti, destanı yazıldı 
Süyün Bike adın, Nogay Tatarı aslın, 

 Erdoğan KIRMIZIOĞLU







Dilşad Hatun (İparhan)

Doğu Türkistan 1759 yılında Çin Mançu Yönetimi tarafından işgal edildi. Uygur Türkleri vatanı işgal eden Çin ordusuna karşı yıllarca direndiler. Tam 42 kez bağımsızlık mücadelesi verildi, sonucta sayı ve techizat bakımından kıyaslanamayacak derecede fazla olan Çin ordusu, Rusların da yardımıyla bu mücadelelerden galip çıktı. 
O dönemin Doğu Türkistan Hanlarından Cihangir Hoca şehit edildi. Cihangir Hoca'nın eşi İPARHAN kocasının mücadele bayrağını ordunun başına geçerek sürdürdü. 

Büyük mücadelelerden sonra Çin ordusu tarafından esir alınan İPARHAN, Pekin'e Çin İmparatoru Qienlung'a götürüldü. İmparatorun İPARHAN'a evlenme teklifi İPARHAN tarafından şiddetle reddedildi. 
Ve bu kahraman Türk Kadını iffeti ve milletinin geleceği için, bir Çin'li ile evlenmektense canına kıydı. Bir kahraman gibi yaşadı ve bir kahraman gibi şehit oldu. Türk kadınının yüreğinde "Gelinlerin Anasi" unvanıyla yaşayan kahraman İPARHAN'ı saygıyla anıyoruz.





"Börte"
Moğol İmparatorluğu kurucusu Cengiz Han'ın birinci karısı. Hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir. Çok genç yaşta evlendiği ve kaçırıldığı bilinir. Kocasının onu kurtarmak için verdiği karar, dünyayı fethetme yolunda ki en önemli kararlardan birisidir. Dört erkek üç kız çocuk dünyaya getirmiştir. Dört oğlunun isimleri şöyledir; Cuci, Çağatay, Ögeday, Tuluy.
Cengiz Han ülkesini genişletirken o Cengiz'in kardeşi Temüge ile geride kalıp onun ülkeyi yönetmesine destek olmuştur.

Alıntı

portakal çiçeği...: ANNELİĞİN DOĞASI (5 Mayıs 2012 tarihinde II.Ulusal...

portakal çiçeği...: ANNELİĞİN DOĞASI (5 Mayıs 2012 tarihinde II.Ulusal...: ANNELİĞİN DOĞASI (5 Mayıs 2012 tarihinde II.Ulusal Ebelik Günleri kapsamında yaptığım konuşma)  İnsanlar efsanelere inanır; kendi yarat...

23 Şubat 2012 Perşembe

Hepsi ermeni olanlara;

Elleri bir ağaca arkadan bağlanan hamile bir kadının başına dikilmiş olan iki Ermeni yazı tura atıyordu. Bu kanlı kumarı yaklaşık 100 yıl önce Anadolu toprağında Kars'ta Ağrı'da Van'da Erzurum'da da ataları oynamıştı.Onlardan duymuşlardı.
Karnı burnunda zavallı bir Azeri kadının doğumu oldukça yakın görünüyordu. Çaresiz kadın bir hazan yaprağı gibi titriyordu. Elbiseleri yırtık, ayakları çıplaktı...Ermenilerin uzun boylu olanı elindeki AK-47 model Rus yapımı otomatik tüfeğinin namlusuna monte edilen seyyar kasaturayı çıkartırken, diğeri elindeki demir parayı havaya attı
:-Akçik, manç?..
(Kızmı, oğlan mı?)
-Akçik...
(Kız)
Bu cevap üzerine 'oğlan' diyerek bahse giren Ermeni, elindeki kasatura ile hamile kadının karnını bir hamlede yarıp çocuğu çıkarttı.Kan b! ürülügözleri bebeğin kasıklarına kilitlendi.
-Tun şahetsar,ınger...
(Sen kazandın, yoldaş)
-Yes şahetsapayts ays bubrikı inç bes bidigişdana...
(Ben kazandım ama bu bebek nasıl beslenecek?)
-Mayrigı bedge gişdatsine.
(Annesi besleyecek elbette)
Bunun üzerine daha kısa boylu olan Ermeni, bir hamlede kasaturaya geçirdiği bebeği annesinin göğsüne yapıştırdı:
-Mayrig yerahayin zizdur.
(Çocuğa meme ver)
Aynı dakikalarda Hocalı'nın başka bir semtinde tek kale futbol maçı hazırlığı vardı. İki kesik Azeri kadın başını kale direği yapmışlar, top arayışına girmişlerdi.Başı tıraşlı bir çocuk bulup getirdiklerinde ise Ermeni çeteci sevinçle bağırdı:
-Asixn ma/,çimi yev bızdıge, aveg gındırnadabidi. Gıdıresek...
(Bu hem saçsız hem de küçük, iyi yuvarlanır. Kopartın...)
Aynı anda çocuğun gövdesi bir tarafa,başı da orta yere düşmüştü...
Ermeniler zafer naraları! atarak, kanlı postalları ile kesik çocuk başına vurarak kanlı bir kaleye gol atmaya çalışıyordu.
Bu iki olay Hocalı'da bundan çok değil yalnızca 14 yıl önce yaşandı. Her iki olay da ermeni çetecilerin katliamlarına bizzat şahit olan görgü tanıklarının anlatımlarıdır.
Ne yazık ki 26 Şubat 1992 günü binlerce Azeri türlü yöntemlerle vahşice katledilmiştir. Ajanslar,katliam haberini bütün dünyaya hızla geçerken, arşı titreten ağır bir vahşet yaşanan Hocalı halkından geri kalanlar ise çaresizlik içinde kıvranıyordu.
Türkiye'de büyük bir dehşet uyandıran katliama ilişkin ilk görüntüler ise TRT aracılığı ile duyurulmuştu. Bütün olanları batılı gazeteciler, özellikle de New York Times belgeledi.
26 Şubat'ta güçlü silahlarla donatılmış Ermenistan silahlı kuvvetleri ile Hankendi'nde konuşlanmış bulunan Albay Zarvigarov komutasındaki 366'ncı Rus Motorize Alayı, Hocalı'ya saldırarak tarihin en vahşî katliamlarından birini yaptılar.
26 Şubat! gecesi Rus motorize alayının tanklarından açılan top ve roket saldırıları ile Hocalı Havaalanı kullanılamaz hâle getirilerek kentin dış dünya ile ilişkisi de tamamen kesildi.
Savunmasız kalan kente giren Rus destekli Ermeni askerleri, çocuk, yaşlı, kadın, bebek demeden birçok insanımızı vahşîce katlettiler. ermenilerin işgal ettikleri Hocalı'da dehşet verici olaylar yaşandı.
Canlı canlı insanların kafa derilerini yüzdüler,
Sağ olarak ele geçirdiklerini ise sistematik bir işkenceye ve tıbbî deneylere tâbi tutarak, insanlık dışı muamelelere maruz bıraktılar.
Hızar ve testereler ile diri diri insanların kol ve bacaklarını kestiler.
Genç kızların önce saçlarını,sonra da kafa derilerini yüzdüler.
Babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önünde babayı kurşunlara dizdiler.
Kesik kafaları sepetlere doldurdular.
Peki neydi bu düşmanlık?
Ermenistan'daki okul duvarlarında asılan haritalarda Türkiye'nin 12 ili yer almaktayken, Ermenistan'ın bayrağında Türkiye hudutları içindeki Ağrı Dağı'nın resmi varken, Ermenistan Millî Marşı'nda 'Topraklarımız işgal altında, bu toprakları azat etmek için ölün,öldürün' denmekteyken, başkaca bir neden aramaya zaten gerek yok sanırım.
Dağlık Karabağ Bölgesi'nde bulunan Hocalı'ya, eski Sovyet İttifakı Silahlı kuvvetleri'ne ait 366.Alay'ın desteği ile Ermeni Sılahlı Kuvvetleri tarafından düzenlenen saldırılar sonucu 613 Azerbaycan Türk'ünün hayatını kaybettiği resmî olarak açıklandı. Ancak kayıp sayısının bu rakamların çok çok üstünde olduğu bilinmektedir.
56 hamile kadın karnı yarılmış durumda bulunmuştur.
Bu alçak saldırıda 487 kişi ağır yaralanırken, 1275 kişi ise rehin alınmış,geri kalan nüfus da bin bir zorlukla canını kurtarmış ancak bu olayın tahribatından ruhları ve hafızaları asla bir daha kurtulamamıştır.
Şahitlerin anlattıklarını dinleyenler önce kulaklarına inanamadı.!
Fakat katliam sonrası Hocalı'ya girdiklerinde ise, görgü tanıklarının abartmadığını kısa sürede anladılar. Hocalı'da katliam bölgesini gezen Fransız gazeteci Jean-Yves Junet'nin gördükleri karşısında söyledikleri, katliamın boyutunu da anlatıyordu:
'Pek çok savaş hikâyesi dinledim. Faşistlerin zulmünü işittim,ama Hocalı'daki gibi bir vahşete umarım kimse tanık olmaz' Peki 26 Şubat 1992 günü yaşanan bu katliamın emrini kim vermişti; Ermenistan Devlet Başkanı sıfatını taşıyan Robert Koçaryan denilen kirli katilden başkası değildi. Yaptığı terör faaliyetlerinin oranı nispetinde terfi eden Taşnaksutyun örgütü liderlerinden Robert Koçaryan, 20 Mart 1996'da Ermenistan Başbakanı oldu.
Karabağ'da barış istediği için aşırı milliyetçilerin tepkisine daha fazla direnemeyen Levon Ter Petrosyan istifa edince de 30 Mart 1998 yılında ondan boşalan Devlet Başkanlığı koltuğuna,'Hocalı Katlia! mı' baş sorumlusu olan azılı terörist Robert Koçaryan oturdu.
Ermeniler Türk hamile kadınlarına tecavüz edip karnını hamile olduğu halde taş ile doldurup öldürmüşler ve küçük Türk kızlarına tecavüz edip öldürmüşlerdi.
Ülkemizde sadece 1 ermeni öldürüldü diye yürüyüş yaptılar ve o kadar araştırdılar ama hiç bir insan kalkıp ta bu masum insanlara işkence edilip öldürüldükleri için yürüyüş yapmadı…………..
Yazıklar olsun …
Prof. Dr. Dursun YILDIRIM

5 Şubat 2012 Pazar


  • ''Gençliğe Hitabe Kaldırılsın''...Babasının oğlu...''Ben senin babanını da sevmezdim!''Neyse,her dönemin gürbüz fırıldakları zortlayıp duruyor.Boşuna çırpınmayın...Alttanalan kardeşler kadar ''Döneklik'' tarihine geçemezsiniz.Hazır konu kaldırmaktan açılmışken,sizlerin bu kadar kıçını kaldıran iktidar her an bir tarafınıza batabilir...Adı üstünde ''İktidar.'' Son örnek Avrupa Birliği öğrencisi Tombul Memo; yeniden muhalif oldu! Neden? Çünkü musluklar kapandı...Kısacası iktidar battı...İyisi hava kış,sıcak tutun bir yerlerinizi...Malum yerler ıslak ve kaygan...Kayan kayana...Maazallah...
    (Şübo)

Ey yobaz Gençliği;


  • Ey Yobaz Gençliği!

    Birinci vazifen padişah, ve şürekâsını kollamak, Emperyalist kültürü, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

    Saltanatının ve hortumculuğunun yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli merkez bankandır. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır.Sen dalgana bakacaksın. Bir gün, Hırsızlığını ve Kalpazanlığını müdafaa ...mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâiti kendi çıkarlarına doğru yontup, menfaatini sağlamalısın. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Bu yüzden onlara biât edip,kıçın topuklarına vura vura onlara koşmalısın. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.İşte sen bütün bu olup bitenlere gözünü kapayıp, aldırmayacaksın. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Onlarla işbirlik yapıp, vatanını satacaksın. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Kulis kurup, aralarına sızacaksın. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.O zaman bir tekme de sen koyacaksın.

    Ey Yobaz ve Gericiliğin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini hiçe saymaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki rezil kanda mevcuttur!